Taşı anlatmaya geçmeden önce el bileği ile ayak bileği arasındaki şifa farkını anlatmak isterim.
Ayak bileği ve el bileği, bedenin farklı enerji akışlarını yöneten iki kutsal noktadır. Her biri, taşıdığı enerjiyi ruhun ve bedenin farklı katmanlarına aktarır ve bu yüzden şifaları da farklıdır.
Ayak bileği, köklenmenin ve geçmiş yaşamlarla bağlantının merkezidir. Toprakla en yakın teması kuran bu nokta, atalardan gelen yükleri, geçmiş yaşamın izlerini ve ruhsal yolculuğun tamamlanmamış derslerini taşır. Cinnebar gibi bir taş ayak bileğine takıldığında, geçmişin zincirlerini kırar, eski yeminleri çözer ve ruhu kadim bağlardan özgürleştirir. Adımların yankısıyla, unutulmuş hatıralar titreşir ve toprağa karışan eski yaslar şifaya dönüşür.
El bileği ise, iradenin, iletişimin ve yaratıcı enerjinin akışını yöneten bir merkezdir. Eller, insanın iç dünyasını dışa aktardığı, kaderini şekillendirdiği yerdir. Cinnebar gibi taşlar el bileğinde taşındığında, kişinin duygusal dünyasında bir uyanış başlatır, sezgilerini keskinleştirir ve konuşulmayan gerçekleri açığa çıkarır. Ruhun taşıdığı ağırlıkları bilinç seviyesine taşır, kişinin kendisini ve çevresini daha derinden algılamasını sağlar.
Ayak bileğinde taşınan cinnabar, geçmişin iplerini çözüp, bedeni toprağa bağlayan ağırlıkları hafifletirken; el bileğinde taşındığında, kişinin ruhunu özgürleştirerek kendi gerçeğini ifade etmesine olanak tanır. Ayak bileği bağları keserken, el bileği yeni yollar açar. Biri toprağa mühürlenmiş hatıraları arındırırken, diğeri kaderi yeniden yazmanın kapısını açar.
……………………………
Ayak bileğinin etrafına dolanan kan kırmızı bir yazgı cinnebar halhal.
Sümer’in kutsal rahibelerinin unuttuğu duaların ortağı. Zamanın zincirlerine işlenmiş, yeryüzüne dökülen kurban kanlarının yankısı. Her adım, bir ezoterik ritüelin sessiz çağrısı; her halkanın sesi, mezopotamyanın kadim tapınaklarından yükselen PERU fısıltısı.
Cinnebar halhal bilge kadınların kehaneti, anaların yasını fısıldayan bir hatıra.
Cinnabarın yakut rengine çalan tozu, asırlar boyunca adanmış ruhların alnına sürülen nişane gibi, bileği saran kırmızı bir kaderi.
Ayak bileğine dokunan her zincir, bir zamanlar toprağa düşen gözyaşlarının yankısını taşır; çöllerde kaybolmuş çığlıkların, tapınak avlularında yankılanan ilahilerin, adaletsizce kurban edilen çocukların silinmez izi.
Zincirlerinde taşınan cinnabar, kan kırmızı bir nişane gibi bileğe dolanır. O, antik tapınaklarda kurban edilmiş çocukların fısıltılarını, eski çağların yaslarını, toprak altındaki unutulmuş haykırışları taşır. Her adım, Sümer’in yitip gitmiş rahibelerinin fısıltılarıdır, Asur’un yas tutan analarının gözyaşıdır, Babil’in küle dönmüş tapınaklarında yankılanan son duadır.
Halhalın halkaları, kaderin döngüsünü temsil eder. Kadın bileğini saran bu halkalar, geçmişin unutulmaz izlerini bugüne taşır. Her halkası, zamanda bir kırılma, tarihin omuzlara yüklediği ağırlık, geçmişin bir nişanesidir. Adımlar yere vurdukça, kan kırmızı cinnabar bir nişane gibi yankılanır; taşıyanı, eski çağların feryadına bağlar, ezoterik bir ritüelin içinde zamanın sonsuz halkasına çevirir.
Sen ki, eski diyarların yas çiçeğisin,
Kurak topraklara düşen bir damla kan gibi, mazlumların ahı gibi…
Kırmızın, cellat elinden kurtulamayacak kadar derindir;
Bir çocuk kurban verildiğinde, onun alnına sürülen nişanesün.
Ve toprağa kan akıtıldığında, göğün sessizce ağlayışısın.
Al renkli cinnabar! Ey kanlı kına! Kaç yetimin avuçlarında bir dua gibi sürüldün, Kaç ananın gözlerinden yaş olup aktın da, bir mezar taşına nişanelendin? Kaç zamanın önünde kefen gibi serildin de, nice gölgelerin yasını örttün?
Sen ki, Sümer’in, Babil’in, Asur’un saklı feryadısın,
İbrahim’in kurbanına bedel verilmiş oğul,
Zemherinin koynunda titreyen yetim,
Şahadet şerbetini içen canların sessiz nişanısın.
Gül gibi yanar al renklerin,
Ah Hüseyin’in kanına karışır gibi,
Kerbela’nın kumuna düşer gibi,
Her dokunan elini çeker senden, zira acı, iliklerine işler.
Al cinnabar! Ah mazlumun al yazısı, Kim bilsin seni, kim anlasın çığlığını? O ki seni eline alır, yüreğinde ağıtlar yankılanır. O ki seni gönlüne koyar, eski çağların kayıp yetimlerini işitir. O ki seni bağrına basar, kırmızı kanı alnında nişanelenmiş çocukları görür.
Sen ki, bir vefa nişanesi gibi, bir hatıranın en derin çizgisi gibi,
Sufîlerin dervişâne zikrinde dönen cevher,
Bir mazlumun kabrinde açan kına,
Bir annenin son duasında nişanelenmiş ah’sın.
Al renkli cinnabar, senin kıpkızıl suretinde, Gök kubbenin fısıldadığı bin yıllık yas var, Ve seni taşıyanın yüreğinde, Evvel zamanın gözyaşı var…
Lakin her nişane aynı zamanda bir çözülüşü fısıldar. Cinnebar halhal, geçmiş yaşamların zincirini kıran, kadim yasların bağını çözen bir şifadır. Kırmızı rengi, eski acıların alazını içine çekerek küle çevirir; kurban edilmiş masumların haykırışı, taşıyanın yüreğinde bir ilahi huzura evrilir. Her adım, geçmişin kelepçelerini çözerek özgürlüğün yolunu açar. Bedenin hatırladığı travmalar, toprağa düşen eski kanın yerine yeni bir ışıkla nişanelenir.
Onu bileğinde taşıyan, geçmişin yükünden sıyrılır, eski sözleşmeler bozulur, kadim yeminler çözülür. Cinnebar halhal, yalnızca yas taşıyan değil, aynı zamanda yeni bir başlangıç müjdeleyen bir mübarek fısıltıdır. Geçmişin gölgeleri, onun ateşinde erirken, ruh yeni bir sabaha doğar.
6 mm gem kalite cinnebar kullandım.
Parmaklarım ne yazıyor bilmiyorum. İçimde bir kadın yaşıyor, yazıyor yazıyor yazıyor…
Değerlendirmeler
Henüz değerlendirme yapılmadı.